26 Ocak 2011 Çarşamba

If you truly know what you want to become, everything else is secondary

Der sevgili Steve Jobs. Klasik bir MBA freak gibi sürekli Steve Jobs'dan, Bill Gates'ten alıntı yapmayacağım, ancak bir kaç gündür farklı farklı en az 10 kişiyle yaptığım her konuşmanın sonunda geldiğimiz "Hayatta yapmayı en çok sevdiğin şeyi bul ve onu işin haline getir" teması üzerine, tutku ve başarı üzerine süper bir konuşma yapmış kendisi Stanford Universitesi'nde 2005 yılında. Hala izlemediyseniz buyurun buradan izleyin.

Asıl sorun şu ki ben hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeyi hala bulabilmiş değilim, ve hayatta ne yapmak istediğini 15 yaşında bulan tiplere gıcık oluyorum. Genel yetenek düzeyi yüksek olan kişilerde bence böyle bir maymun iştahlılık var, yapabildiğiniz şeyler geniş bir alana yayılınca gerçekten yapmaktan zevk aldığınız şeyi bulmakta zorlanıyorsunuz. Kendi alanım dahilinde yaptığımda mutlu olacağımı düşündüğüm şeyler var, ancak denemeden bilmek imkansız. Bir de şu anda yaptığım şeylerden tamamen bağımsız ama yapmaktan hoşlanacağımı düşündüğüm şeyler var.. Belki yakında vahiy falan gelir bir anda karar veririm ne yapacağıma, kısmet. (ahahaha Steve Jobs'la başlanan postu 'kısmet' kelimesiyle bitirmek:P)

Bir Türk kaç Hintliye bedel?


"İnsanların gorüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı'nın ülkesinin cok geniş olduğunu söyle; O'nun elleri cok geniştir, O'nun yüreği de cok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama." (Afrikalı Leo, Amin Maalouf)

İnsanların kendi kendilerini nasıl limitlediklerini, birbirlerini önyargılarıyla nasıl törpülediklerini gördükçe içim şişiyor. Ve bunu nedense biz Türkiye'de sıklıkla yapıyoruz. Yetiştirilme şartları, toplumsal koşullar vs. gibi bahaneleri kesinlikle kabul etmiyorum! Belki bir Amerikalı gibi "the world is my oyster" kıvamında laflar edecek durumda değiliz çoğumuz, - hadi çoğumuzu geçtim ben kendimi bile anormal derecede hayalperest ve cesur buluyorum - benim kadar bile maceracı olmalarını beklemiyorum insanların, ama bu kendi kendini sınırlama - aşağılama/kısıtlama - durumu nedir yahu? "Sen onu yapamazsın, okulunu okumadın ki", "Tecrüben yok", "Analitik kafa lazım onun için", "Yetenek olmadan olmaz", "Bu yaştan sonra bu işe kalkışılmaz", "Yaşım bunlar için çok erken, başaramam!" vs. vs. vs. Bahaneden çok şeyimiz yok!

Neden kendimizi bu kadar baskılamaya koşullanmış bir milletiz? Neden fanuslarımıza kapanıp mutlu hayatlar sürüyoruz oralarda? Elin Hintlisi mesela, dünyanın her yerine dağılmış durumda - ve kastettiğim zeki ötesi IT dehası Hintliler değil, bildiğin sümsük Hintli, hani dahiler dışında kalan nüfuslarının yüzde 98'inden bahsediyorum - Singapur, Malezya, Japonya, Çin, Avustralya, kısaca bütün Asya'ya yayılmakla kalmayıp Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa'yı domine ediyorlar. Yemin ederim biz Türkler olarak adamlara zekada, pratiklikte, hizmet kalitesinde beş basarız ama bu bahsettiğim yerlerde esamemiz okunmuyor.

"Turkey?? like somewhere around Greece?"

Adamların bizi duyduklarında verdikleri tepki bu. Tabi ki ülkeden ülkeye değişiyor - mesela Malezyalı bir taksici Tansu Çiller'i sormuştu ne yapıyor şimdi diye, Güney Kore kardeş ülkemiz sayılır, Almanya falan fecaat zaten, Türk'sen direk İstanbul'dan olduğun ayırımını yapman lazım, yoksa direk kıro köylü muamelesi görüyorsun ve ne yazık ki bu onların suçu değil, oraya önceden yerleşen vatandaşlarımızın yarattığı Türk imajı bu - ama genelde Türkiye'den bihaber insanlar. Hani burada biz günde 110 adet komplo teorisi üretme kapasitesindeyiz ya ülkemizin üzerinde oynanan oyunlarla ilgili, bi mikinde değiliz kısaca dışarıdaki abilerin ablaların. Beni delirten husus da burada yaşayanların farkında olmadığı şey, bütün köşelerin Hintliler tarafından kapılmış olması. En basitinden Dubai'de mesela ucuz iş gücü olarak Hintliler kullanılıyor değil mi? İngilizce falan da konuşabiliyorlar, anlayabilirsen tabi o ayrı. Adamlarda hizmet kalitesi diye bir şey yok! Koskoca Dubai len! Heriflerin petrol geliri yüzde 3 mü ne, ülkenin bütün geliri turizmden geliyor neredeyse, ve "hospitality" kavramı sıçmış durumda.. "Evet efendim, sepet efendim"den öteye gitmeyen bir hizmet anlayışı. Probleminiz var mesela, "Evet efendim, biz sizi 5 dk. sonra arayalım", adamlardan 1 saat boyunca ses yok. Geri arayıp çemkirince de "Neden sinirleniyorsunuz?". Tabi bundan Arap mantalitesinin de payı büyük ama insan içten içe delirmiyor değil, yurdumun zehir gençleri mesela şuralarda çalışıyor olsaydı hem ihya olurlardı hem de millet servis kalitesi görürdü. Multitasking'de dünyada ilk 5'e girebilecek kapasitedeyiz bence. Ama işte yine en sonunda aynı meseleye geliyoruz, herkesin hem kendini, hem etrafındakileri ketleme, kısıtlama, "yapamazsın, edemezsin, ne haddimize" kafasına.. Şundan kurtulmayı bir başarabilsek be Atam!

19 Ocak 2011 Çarşamba

'Masaj Etmek'

Minicik yaşlarında Amerika'ya gidip orada bir ömür geçirdikten sonra yurdumda şirket kuran, ve Türkçe'yi fena halde katlederek, yarı ingilizce - yarı türkçe kıvamda kullanıp, şirkette Turklish diye bir dil oluşturup kullanmamıza sebep olan canımın içi patronum, bizimle yaptığı toplantılarda 'masaj etmek' diye bir terim kullanıyor.

Haydi cümle içinde kullanalım, ne demek istediğini daha iyi anlayalım:

"Sen maili yaz, bana yolla, ben onu 'masaj ederim'. "

Kastettiği ben onu 'editlerim' ancak Asım Can Gündüz'le aynı kapasitede bir Türkçe konuştuğu için (minus the charm), kendince 'edit etmek', 'editlemek' vs. istediği halde ısrarla olmayan bir terim yaratıp 'masaj etmek'ten bahsediyor. Bütün ciddiyetiyle o iç boğucu toplantılarda kendisi 'masaj'dan bahsedince, benim aklıma da işte en basiti şu yukarıdaki resim gibi imgeler geliyor.

18 Ocak 2011 Salı

Finally some good news..

After a horrible horrible day.. Tezim kabul edilmiş yau :) Şimdi savunması için Alman memleketlere gitsem mi, buradan mı halletsem sorusu kalıyor..

Bununla beraber tek olayım kaldı, defense'ten de geçtim mi bi bar dolusu insana içki ısmarlamayan top olsun! (evet devlet büyüklerime içiyorum!!)

14 Ocak 2011 Cuma

Blah


Geçen sabah işyerinde beni o kadar delirttiler ki sabah kahvaltısında sushi yemek istedim. (Delirme & sushi aşermem arasındaki korelasyonu bilemiyorum.)

Bence Samsun o kadar anlamsız bir şehir ki ismi ancak Samsung olarak değişince bir anlam kazanıyor. (Evet Samsun'lular ve Samsun severler, toplanıp işyerimin önüne gelip beni boykot etmenizi bekliyorum.)

Hali hazırda kız arkadaşı olan birine karşı bir şeyler hissetmek dünyanın en boktan hisleri sıralamasında ilk 10'a girer bence.

İşimden değil ama patronumdan nefret ediyorum. 2 dakikada anlatabileceği bir meseleyi 40 dakikada ve karşısındaki öküzmüşçesine bağırarak anlatmaktan zevk alan bi kişilik, ki bunu tolere edebiliyordum. Ta ki dün itibariyle vergi kaçırmak için süper şukela yarattığı ilüzyon dünyası için bir sistem oturtmamı, ve bütün çalışma arkadaşlarımın haklarının yenmesine seyirci kalmamı isteyene kadar.

Life sucks be Atam!

8 Ocak 2011 Cumartesi

Yıllar içinde Dorian Gray'den Basil Hallward'a dönüşmek


"Every portrait that is painted with feeling is a portrait of the artist, not of the sitter. The sitter is merely the accident, the occasion. It is not he who is revealed by the painter; it is rather the painter who, on the coloured canvas, reveals himself." - Basil Hallward, The Picture of Dorian Gray, Oscar Wilde.

Bu sanırım kitaptaki en vurucu quote. İlk okuduğumda 12 yaşındaydım, ki o zaman aşık olmuştum bu kitaba, hala kitaptan aklımda kalan en önemli kısım budur. Dorian Gray'i oturup anlatmayacağım kimseye, ilgilenen buyurup okur, ancak bu aralar kafamda dönüp duran bir konsepti süper anlatması açısından misafir oldu kendisi buraya.

Sanırım en derin zekaların bile yüzeysel bir zaafı var, güzellik. Güzel insan nereye kadar tolere edilebilir mesela? Ben tipik bir terazi burcu olarak güzelliğe tapıyorum, o ayrı, ama bazen çok abes durumlar olabiliyor, hiç konuşmasın, sadece dursun orada istiyorsunuz. Öyle saçma bir soru sorabiliyor mesela, ya da salakça bir davranış.. Oturup olayı anlaması için harcayacağınız zamana yanıp, salıveriyorsunuz kendinizi. Sonra da sorguluyorsunuz, "yau insanları bu kadar ıncık cıncık yargılarsan, salak malak ama onlar bir arada mutlu takılırken sen kendi kendine homurdanacaksın sonunda. tolere et işte edebildiğin kadar, hem bu kadar aşağılama ancak kibir/küstahlık sonucu olabilir, kendine gel". Ama olmuyor işte. Mesela karşındaki durup dururken "yaa Avustralya ülke miydi?" falan gibi şeyler söyleyebiliyor. O an dilsiz olsun yaaa! Bana böyle gerzek şeyler söylemesin, sadece göz zevkime hitap etsin istiyorsunuz. Sonra üzülüp 10 dakikada coğrafya öğretmeye falan kalkıyorsunuz, e o da haliyle küpünün dolduğu kadar oluyor. Yine el elde baş başta, ikinci gafına kadar idare etme durumları. Ama ne olursa olsun tolere etmenin de sonu var sanırım. Bir nokta gelecek, ve o güzellik mallık karşısında silinecek. Alışılan bir şey sonuçta güzellik değil mi? Bir noktada iritasyon zevkin önünü kapatıyor. Bunları düşünürken işte geldi aklıma Dorian ve Basil. İlk okuduğum zamanlar, Dorian'la özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum kendimi, Basil'e üzüldüğümü falan.. Acıdığımı. Aradan 15 yıl geçti. Şu anda, acınası olanın Dorian olduğunu yeni yeni anlıyorum.

Bu konseptle ilgili bir de film karesi var aklımda. "Bir kırık bebek" diye bir filmi var Hülya Avşar'ın. Belki de adam akıllı tek filmi. Senaryo Ayşe Kulin'in zaten. Orada kızımız yeni yeni ünlü olmuş, aristokrat çevrenin içine ufak ufak alınmakta. Amcalardan biri - ki kendisi rönesans şovalyesi kıvamında biri - en nazik haliyle " size henüz mehtabın deniz üzerindeki altın tozlarını göstermedim" diyerek Hülya Avşar'ın oynadığı karakteri sahilde bir gezintiye davet ediyor, bizimki de "Aman, kuytulara gitmeyelim, hakkımızda ne düşünürler sonra?" gibi mal bir cevap verince, adam utancından ve hayal kırıklığından morarıyor "Benim teklifimden bunu mu anladınız?" diye. Pür-i pak güzellik bi mikime yaramıyor anlayacağınız. Üzerine az biraz beyin tozu gerekiyor. Parçacık da olsa olur, yoksa mallıklarıyla uğraşacağıma, takarım koluma süper şahane olmasa da eli yüzü düzgün birini, bakarım hayatıma kafasına giriyorsunuz.

7 Ocak 2011 Cuma

15 Step

Radiohead'in bu şarkısına hastayım. Daimi mutluluk. Yeni yıl iyi başladı yau.. Ne garip.
2010'dan böyle alışmamıştık. Cidden her şey iyiye gidiyor olabilir mi?