14 Ağustos 2010 Cumartesi

Ma Texan

Yazmadan duramayacağım bunu sanırım! Geçen sene tam bugün, Kuala Lumpur'da Ben'le tanıştım. Kendisi süper cici bir Amerikalıdır. Hatta bir Texan'dır. Ki benim görüşüme göre gerizekalı Bush dışındaki bütün Teksas'lılar candır. Yenilesidir, süper komik ve içtendir, biotronik New York'lular gibi ortada bırakmazlar sizi, kötü gün dostudurlar. Yalnız, içemezler adam gibi. Almanya'da misafirimiz olarak gelen University of Texas El Paso abileri, bizim her gün öğlen piknikte içtiğimiz şaraplardan iki şişe içince maymuna dönmüşlerdi. Bunlara varsa yoksa bira kardeşim. Patates jenerasyonu bunlar! (öhm.. tam da şu an "bi boktan anlamayan Amerikalı'lar" vaazına başlamaya müsait bir Eurotrash kıvamındayım, o nedenle kısa kesip konuya dönüyorum.) Bu sabah işe gelirken durduk yere Ben aklıma geldi, sonra Kuala Lumpur, neden benim Sin City'm olduğu, sonra tekrar Ben.. Sonra "aaa geçen sene bu aralar tanışmıştık" dedim kendi kendime. "Oha, yoksa bugün olabilir mi o gün?" Tam bir sene sonra o gün beynim bana Ben'i hatırlatabilir miydi? Sonra unuttum, ayrıca bugün yine başka bir southern gentleman'la tanıştım, bu Carolina'dan ama olsun, bu da süper şeker bir abi. Sonra tam bloga yazı yazarken şeytan dürttü, geçen sene Kuala Lumpur'a geldiğimde yazdığım post'un tarihine baktım.. ve Bingo! 14 Ağustos 2009. Şaka gibi. Kendisiyle tanışmamızın üzerinden tam bir yıl geçmiş, ve tam o gün bilinçaltım bana ismini & anılarımızı kustu. Way to go bilinçaltım diyorum, bu performansını ileride milyarder falan olmam için kullanmanı umuyorum.

Cansel diye erkek ismi mi olur len?


Cranberries konseri benim açımdan daha ne kadar mükemmelleştirilebilir diye sorsalar, "konseri Cansel Elçin'le beraber izlesem" diye cevap verirdim. Kendisi en bi guilty pleasure'ım, en deep secret crush'ımdır, feriştahı gelse tanımam.

Nitekim konser akşamı Küçük Çiftlik Parkı'nda yerlerimizi aldığımızda bir metre solumda ahanda şu resimdeki t-shirt'ü üzerinde olan bir adet Cansel Elçin'i gördüğümde, kalbim çatladı, patladı, hatta bir de içimden ateş falan fışkırdı herhalde. Klasik bir starstruck olmama rağmen gayet cool konseri izledim. Yanındaki cüce arkadaşı da kuzenimi kesmediyse ne olayım ayrıca. Konserden çıkarken hafif bir izdiham yaşanmış olsa da, o izdihamı aramızda bir kişilik mesafeyle bu gubidik kişiyle yaşadığım için çok mutluyum. Bu abi yanımda olacaksa Mekke'deki o Hacı'ların sıkıştığı ölüm tüneline bile girerim, o derece.

Bir de bonus olarak Freudcan'la buluştuk, bir pilog kişisini daha kanlı canlı görmek ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Kendisi yazlık ellerden gelsin, beni bu depreşik hallerden kurtarsın diyor, kalbimden temiz bu sayfayı (background siyah ulen) burada noktalıyorum.

Emotional Baggage

Sevdiğim bir hikaye. Eskiden çok sevdiği, artık nefret ettiği ama hayatından bir türlü çıkaramadığı biri olan arkadaşlarımdan birini hatırlattı bana.

İki seyyah bir şehirden diğerine gidiyormuş. Derken yollarının üstüne taşkın bir dere çıkmış. Tam suyu geçecekler, az ötede korkudan tir tir titreyen yapayalnız ve gencecik bir kadın görmüşler. Adamlardan biri hemen kadının yardımına koşmuş. Onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. Sonra kadını derenin öte yakasında bırakıp iyi günler dilemiş. Böylece yollarına devam etmişler.
Ancak yolun kalan kısmında öteki seyyahın ağzını bıçak açmamış. Suratından düşen bin parça. Somurttukça somurtuyor. Birkaç saat böyle surat astıktan sonra suskunluğunu bozup şöyle demiş: "Ne demeye o kadına yardım ettin? Bir de üstelik ona dokundun. Seni ayartabilirdi! Baştan çıkarabilirdi! Erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi? Ayıp yahu! Olmaz, bize yakışmaz!"
Kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş. "İyi de dostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bıraktım; sen ne demeye hala taşıyorsun?"

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Samosa buldum, yuppie!

O kadar da depreşik değilim yau, mesela bugün durduk yere Singapur diyarlarından özlemekte olduğum Hint yemeği 'samosa' yapan bir yer buldum İstanbul'da.

Süper sevindirik oldum..

Bir de sanırım dün food poisoning'in en nadir örneklerinden birini geçirmeme ramak kalmıştı. Steak house burger'la başlayıp, çiğköfte dürüm-şalgam ikilisinden sonra Strawberry Mojito içip üstüne gece 02:30'da waffle yidik. Evet, allahtan çoğul olarak yaptık bu eylemi de kimse deli bu hatun diye beni akıl hastanesine kapatmadı.

Neyse, bunun bir seferlik bir delilik olduğuna inanıyorum, yarın itibariyle normal insan yemeği moduna dönüp, kendime geliyorum.

10 Ağustos 2010 Salı

Wasted Disney Kids



Disney gerizekalı bir jenerasyon yarattı. Spielberg falan da katkıda bulundu buna. Mucizelere inanan, hayatı masal tadında yaşayan bir grup büyümeyen çocuk.

20'li yaşlarında Harry Potter falan okudu bunlar. LOTR'u bayılarak izlediler. Zaman zaman hala haftasonu erkenden uyanıp çizgi film izliyorlar.

Bir de "happy ending"e inanıyorlar.

Not that there is such a thing called a happy ending, anyway.

Bad Bad Advice

Bu sabah şu yorumu yaparken bir arkadaşıma, yazdıklarımı okudum ve kendi pesimistliğime şaşırıp yollamaktan vazgeçtim. Ama bunların benim düşüncelerim olduğu gerçeğini değiştirmeyeceği için en azından buraya yazmak istiyorum. Kimse feyz almasın, peşimden gelmesin, depreşik olmasın efenim.. Bu sadece benim beyin cimnastiğim.

"it's so weird that this morning i was contemplating on how to find the courage to overcome inaction. i totally agree with you on why we avoid change in the first place. we fear that in the end we'll eventually realize the problem wasn't the absence of change, or the extra weights, self-loathing or anything else.. it's life and it's random. we might have to face the fact that we're no special than anyone else. in the end, life isn't a movie and we're certainly not the directors of it. the only way we can control our lives is through destruction. even if u make the best choices and be the best possible person u can be, things still can suck. but when u decide to destroy something going good, then u have the control of your life for a "glimpse" of time."

Frankfurter S.

Eheh, bir sonraki adımım toplu katliyam olacak sanırım.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Koh Phi Phi Le





Ahanda buraya gitmeyi planlıyorum kurban bayramında, ama fiyatlar çok uçmuş be Atam, şu depresif dönemimde bana yapılacak şey miydi beaa?










Bütün low budget airline'ları denedim, hatta Londra'dan direk Kuala Lumpur'a 400 liraya uçan Air Asia'ya bile baktım amma velakin bütün evren birleşip frankfurter sosisçiğimi çıldırma noktasına nasıl getiririz diye uğraştığı için, tabi 2 gün önceye kadar maksimum 600 euro olan fiyatlar ikiye katlanmış.









Neyse üzüntü ve muz kabuğu modunun bokunu çıkarmayalım diyor ve önümüzdeki maçlara bakıyoruz.

Benim kadar bıkanlar da varmış bu manik depresif durumdan olley!!

Sözlükte biri hissiyatımı süfer anlatmış. Şimdi yazsam bi türlü (bana ait değil sonuçta) yazmasam imkansız (bu kadar derdime derman olabilecek bir anlatımı görmezden gelemem) ben de koy götüne diyor ve yayınlıyorum sayın seyirciler..

"Sevmekten yorulmak" başlığı altında perfection'un entry'si.. Ellerine sağlık..

Bosa kurek cektigini anladigin anda hissettigindir.. Bosvermektir, istemeye istemeye bosvermektir.. Ama hep, keske bisey olsa, bisey yapsa da vazgecmemi engellese diye beklemektir..

Anlasilamadiginda, kendini anlatmaktan yoruldugunda hissettigindir.. Her tartismanin sonucunda, hic bir yere varilamadigini farketmektir..

İnandigin seyleri savunmaktan vazgecmektir.. Savunmak icin yeterli gucu kendinde bulamamaktir..

Bir sure sonra, cozulmesi gereken onca sorun, kizdigin onca nokta varken bile yine de sonunu onceden gorebildigin ve hic bir ise yaramayacak olan tartismalara girmemek icin ugrasmaya calismaktir.. Sorunlari gormezden gelmek icin kendin olmaktan vazgecmektir..

Sevmekten yorulmak sonun baslangicidir..

İnanmak istemedigin ve kalbini cok yaralayan bir sonun baslangici...

someday. that's a dangerous word. it's really just a code for 'never'.






İnsan, içindeki boşluğa rağmen nasıl hiç bir şey yokmuş gibi hayatını süper efektif devam ettirebiliyor, ilişkilerini, işini gücünü sorunsuz sürdürebiliyor yeni anlıyorum.


Miss u Singa!!





Singapore Sling.

Rakı bizim için neyse bu abiler için de S'pore Sling o.

(Bu arada süper tadı..)











Dolunayda Singapore harbour..
Hiç fena değil!!









.. ve yeni yapılan Marina Bay Sands otelinden Singapore Skyline..

Müthiş özledim!!

6 Ağustos 2010 Cuma

Catharsis

Neden periyodik aralıklarla hayatımda olmayacak şeyleri başarıp, ardından uzun bir macera yaşayıp sonra yumurta taaa kapıya gelene kadar katatonik bir uykuya dalıp tam da son dakikada, artık bütün deadline'ların geçtiği, herkesin bezdiği son noktada olayları toparladığımı anlıyorum galiba.

Kısaca insan neden self-destructive olur? Mükemmel giden hayatlarımızın neden zaman zaman içine sıçarız? Cevap "catharsis" efenim. O uzuuuun duygusallık, üzüntü, suçluluk, nefret ve başarısızlık hissinin birikimi sonucu bütün zehirimizi tek seferde püskürttüğümüz rahatlama anı için. Ardında öyle bir pembik beyin bırakıyor, öyle bulutların üstünde bir kafa yapıyor ki, her seferinde ister istemez o döngüye sürükleniveriyor insan.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Antibody





Bugün Singapur'lu arkadaşımla konuşurken bir ayma anı yaşadım.. Benim bünyem aşkla alakalı en ufak bir duygu kıpırtısına karşı anında antikor üretebiliyor sanırım.

Eheh, hayırlara vesile olur inşallah.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Ice Queen

Dürüst olayım mı? Designated yandaşlarım, ailem, kankalarım, komşularım, düşmanlarım, bahçemizdeki kediler, işyerimin önündeki simitçi amca vs. dışında, çemberin dışında kalan, rutinimi bozma potansiyeli taşıyan, hayatıma derin bir yenilik/farklılık getirebilecek birilerine içimde ufacık bir duygu kıpırtısı taşımaktan ödüm patlıyor.

Özel alanımdayken insanlara sonsuz güvenen, koşulsuz seven, kahkahalarla gülen, koskocaman sarılan, sırtını dayayan ben, bu alanın dışında herhangi biri bana dokunmaya kalkınca on metre öteye kaçabiliyorum. Güven, sıfır. Bir duygu oluşuyorsa mesela içimde bu alanın dışında birine, self-control mekanizmam bilinçaltımla o kadar kanka olmuş ki artık, o insana karşı türlü komplolar kurmaya başlıyorlar. Kızıyorum, sinirleniyorum, mideme kramplar giriyor, hatta zaman zaman tiksiniyorum o insandan. Kenarda köşede kalmış, sebebini unuttuğum bir sempati duyduğumu hatırlıyorum o insana sonra. Hemen ağır abi tavırlarıyla aklım soruyor "Neden? Bu insana neden değer vermelisin ki?" Ve sıralamaya başlıyor eksikliklerini, mükemmellikten uzaklığını. Zaman zaman eskilere dayandırıyor tezini, çokça karşılaştırıyor tanıdığım mükemmel olmayan insanlarla. Benzerliklerini buluyor, gözüme kocaman sokuyor onları. Sonra tanıdığım ve kaybettiğim mükemmel insanlardan dem vuruyor, ne kadar beceriksiz ve salak olduğumu hatırlatıyor bana. Mükemmellikle uzaktan yakından alakam olmadığını fısıldıyor kulağıma. Bu arada ben çoktan çember dışındakini çemberin içine alma fikrinden uzaklaşmış oluyorum.

Bu rutine ihtiyacım var diyorum içten içe, hayatım ne kadar düzenli, kafam ne kadar rahat ve kalbim ne kadar boş olursa sağlıklı hale geldiğimi görüyorum (Alman ekolü eheh), ama aynı zamanda yaşamadığımı hissediyorum (gelsin warm blooded Akdeniz ekolü). Aslında karşı çıktığım yeni insanlar değil genel olarak, anlamışsınızdır, yüzlerce kişiyle tanışırsınız, aylar boyunca kalabalıklara dalıp çıkarsınız.. Birileriyle eğlenir, güler, saatlerce dünyayı kurtarır, birilerini sevdim sanırsınız, başkası size aşık olur, öbürü dost, diğeri düşman, bazıları etkisiz eleman.. Sonra biri çıkar gelir aralarından. Geldiğini asla fark etmediğiniz biri. Kalabalığa karışıp girer hayatınıza - ilk koruma engelinden kalabalık faktörüyle yırtmıştır - ardından sinsice alıştırır sizi kendine, ne olduğunu anlayamadan sohbetini aradığınız biri haline gelmiştir, varlığı size mutluluk vermektedir. İşte tam o an, alışmaya başladığınız, çemberin sınırlarının silikleşmeye başladığı, hatta yumuşamaya başladığınız o an fark edersiniz ki, elinizde sadece 2 seçenek vardır: Ya cesur olup, bu bilinmeyeni gerçekliğinize katıp, iyi veya kötü sonuçlarına katlanacaksınız, ya da kendisinden şiddetle kaçınacaksınız. Sağolsun benim bilinçaltım ve aklım bir olup nefret ettiriyorlar o varlığıyla beni mutlu eden kişiden. Öyle bir noktaya geliyorum ki, bir bakmışım zamanında o insanın bana hoş geldiğini bile unutmuşum çoktan. Ama çok garip, bu süreci biliyor olmam, o sürece etki edebileceğim anlamına gelmiyor. Yani evet oyunu görüyorum, durumu algılıyorum, ama etki edecek gücüm (cesaretim) yok sanırım, şimdilik. Bir nevi sarhoşluk anı diyelim, basiretim bağlanıyor. Sanırım çemberin dışındakine karşı herhangi bir duygu beslemekten korktuğumdan çok, kendimi -şu anki gerçekliğimi bozabilecek gücü ellerine teslim etme potansiyelim olan - birilerine bırakmaktan korkuyorum.

Gözümü hangi kapatışımda deprem oldu ve ben her şeyimi kaybettim? Hangi ara güvenmekten, kendimi bırakmaktan korkar oldum, cidden bilmiyorum. Artık bunu da bir terapistim olursa onunla konuşuruz.