15 Ekim 2011 Cumartesi

CEO as a Father Figure (is & aile korelasyonunda CEO degisiminin bunye uzerindeki terkedilmislik etkisi)

Biri is.. Biri aile..

* ikisini de olusturan kisileri secemiyoruz degil mi?
* bir zamanlar hayatimizdaki buyuk payi aile alirken, simdi is almiyor mu?
* gicik da olsak, nefret de etsek, alisiyor, hatta aramiyor muyuz bu insanlari?
* anilar cogaldikca bag daha da artmiyor mu?
* boka batip ciksa da disaridan biri laf ettiginde soz ettirmiyoruz sanki?

Belki genel kurallar, belki de sadece benim isyerim icin gecerli. Yukaridaki kosullar simdiye kadar calistigim her yerde baki miydi derseniz, degildi sanirim yau.. Ama Groupon baskaymis be Atam. Cidden sahiplendim, sevdim ben burayi. Her gun dipdibe calistigim, ya da sadece selamlastigim, aglayip zirlamasina sahit oldugum, basarilarini tebrik ettigim, hatalari uzerine feedback verdigim, sorunlarini cozdugum ya da hatalarimi derslere donusturen bu insanlar kanima girdiler bir sekilde. Ve simdi bu ailenin babasi, bizi bir arada tutan dunya sekeri insan, CEO'muz aramizdan ayriliyor. Pazartesi gunu salya sumuk aglama partisi bekliyor bizi.. ve ben hala gitmez diye umuyorum icimden, her seyin bittigini bile bile. You were the rock of each and every one of us Emre Ekmekci. We all love and respect the hell out of you!

27 Eylül 2011 Salı

Old Skool Chuck Bass

















Our very own beast of NY returns with a very Zen and LA mode on for the new season of Gossip Girl. Au contraire to what's going on within, he keeps on giving vivid advice to S and N, only to find out he needs more than a zen act to get over Queen B.

7. Sezonun ilk bolumunden en iyi quote geliyor efenim:

"I don't write books, I'm written about" -- Chuck (the Beast) Bass


20 Eylül 2011 Salı

Ode to Late 20s

Insanlarin ne kadar kolay bir sekilde dusunmeyi unutup, kendilerini hayatin akisina biraktiklarini gorunce inanilmaz sasiriyorum. Yasamimiz bu kadar basit bi cerceveye oturtulabilir mi? Gercekten de dunyaya sadece ve sadece faturalar, kredi karti borclari, evde bekleyen utu, patronun sacmaliklari ve trafik derdi (genis kapsamda da Turkiye'nin uzerine oynanan paranoyak olaylar silsilesi, futbol, yukselen altin-euro-dolar/dusen tl iliskisi) konulari uzerine kafa yormaya ve baska hic bir seyi takmamak uzere mi geldik? Ya da in my case, bunu yapan insanlar arasinda sıkısmak uzere mi? Etrafima bakiyorum, insanlar ya yukaridaki rutine kendilerini birakip, hayatlari hakkinda ekstra bir saniye daha kafa yormuyorlar, ya da hayatlari uzerine kafa yormaktan kafayi yemis durumdalar.. Bi de hedonistler var ki kendilerini cok $ukela bulmakla birlikte zevk zevk nereye kadar diye sormuyor da degilim. Bende sadece, daha yapacak cok sey var, gidecek cok ulke ve gorulecek cok yer, yasanacak cok hikaye var hissiyati agir basiyor... Tam diyorum ki, e hadi artik TR'de settle etmenin vaktidir, bi araba al kendine, ev borcu altina gir falan.. Imkansiz. Bence bunun nedeni yapamiyor olmam degil, icten ice baska bir gelecegi dusluyor olmam. Buradan cok uzaklarda sanirim. Ama henuz benim icin de net degil. Bazen kiziyorum kendime. Hatta cok simarikca buluyorum bu dusunceleri. Buyumeyi, hayatin sana verdikleriyle yetinmekle karistirip, susup oturuyorum ve yetinmeye calisiyorum. Ama goruyorum ki icimdeki isik bir noktada solup gidiyor boyle yapinca. Sonra da each and everyday yoneticim sorup duruyor bana "are you frustrated?" diye. Hakli. Ama neden "frustrated" oldugumu bilmiyorum. Amacsizca bir seylerin pesinden kosma yasimi gecirdim diyorum mesela, o hakkimi kullandim coktan, evet. Amacimi bulmak icin odaklanmak da cok zor geliyor. Ama sanirim buyumek aslinda bu. Hadi bakalim, 30 olmadan hayatin amacini bulmaya ve onun icin calismaya baslamaya o zaman!

18 Ağustos 2011 Perşembe

Break

Yaz-a-madigim su kadar zaman icerisinde anladim ki, insanin akli mesgul oldugunda yazmasina imkan falan olmuyormus.

Kisa bir sure once is degistirdim. Bir onceki calistigim sirkete gore oldukca buyuk, oldukca uluslararasi ve oldukca hostile bir environment. (evet yari Turkce yari ingilizce konusmaya burada da devam, calistigim bir cok Turk'un Turkcesi berbat halde hatta. Bildigin yazamiyorlar.) Ama bu hostile environment ayni zamanda oldukca keyifli, oldukca heyecanli ve ben her gun ise gitmek icin sabirsizlaniyorum. (Mazosistim ezelden.) Gercekten yogun olmanin ne demek oldugunu burada anladim. Aklim o kadar mesgul ki, standart deliksiz uyku neydi, nasildi, herhalde ancak Yoga'yla meditasyonla falan ulasabilecegimi dusunuyorum kendisine. Gece 4 gibi kendi ic sesimin gurultusunden uyanip "oeh bi sus, bi sakin ol, bi calismayi birak bak hayat ne kadar sakin" deyip uykuya daliyorum. Zaman zaman ofis politikalarindan payimi aldigimda, bu sefer mideme vuruyor stres, insanin sinirden karni/gobegi siser mi bilmiyorum ama benim basima 2 kere geldi - ki ben iletisimdeki aksakliklarin otomatikman mideyi etkiledigini biliyorum - boyle cok acayip seyler yasiyorum. Ama bununla birlikte, cok mutluyum be Atam! MBA'de zaten hazirlandigimiz sey buydu. Gece 5'lere kadar case study yetistirdik, kimimiz uyku, kimimiz hazim problemi yasadi, sirt agrilari cektik stresten, sabah kahvalti ederken bile rapor okuduk - iste butun bunlar beni bugunlere hazirlamak icinmis sanirim. Eski isimde "potansiyelimi kullanamiyorum" diye aglayan kendime tesuf ediyorum! A-ha super de kullandiriyorlar simdi.. Bu sefer de blogdu, sosyal medyaydi, kisisel zamandi - bunlara yer kalmiyor. Is disinda harcadigin azicik surede - hala isin aklini bilincsizce bile mesgul etmedigini varsayarsak - ya arkadaslarini goruyorsun, ya aileni, arada cilgin atiyorsun deliriyorsun falan, e ben dur bi kisisel geliseyim, bi kreatif enerjime odaklanayim falan yalan oluyor. Kreatif enerjiye en yakin oldugum an, sabahlari ise giderken McCann Erickson'un yanindan gectigim an herhalde. O yani. Cok da derdim degil aslinda. Arada super bi tatil bile cikardim kendime - ki ihtiyacim varmis maceraya. Mutlaka bi blog post gelecek bununla ilgili, cunku eglenceli seyler oldu (Mesela bir adet Atilla the Hun'la bir adet kendini Rus Caricesi Katerina sanan hatunun hook up edisine sahit olduk - tarih yeniden yazildi) Bunlar bir sonraki bos vaktimde. Simdi anliyorum ama insanlar neden bloglarina uzun aralar veriyorlarmis. Bilincli olmasa da, en azindan sebepsiz degil. Operim canlar.

F

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Qu’ils mangent de la brioche

"Ekmek yoksa pasta yesinler" belki de Marie Antoinette deyince akla ilk gelen sözdür. Gerçekten onun soylemiş olduğu net olarak kanıtlanmamış olsa da, üzerine yapışan bu "halkını anlayamayan zengin züppe" imajını en iyi şekilde o temsil etmiştir yıllar boyunca. Buraya kadar iyi hoş, ama ben Marie Antoinette'in reenkarne etmiş hali icin çalışıyor olduğumu daha bugün öğrendim.

Her zamanki gibi sıkıcı bir Pazartesi toplantısı sonundayız, bütün ofis gergin.. Belli ki bir şeyler istenecek.. (yeniçerilerin kazan kaldırma havası hakim..) Ve sonunda çalışanlardan biri bana bir post-it kağıdı uzatıyor, HR olarak çalışanların bir isteği olduğu bilgisini patrona geçmek benden isteniyor.. Ben girizgahı yaptıktan sonra başlıyorlar.. "İstanbul'un en pahalı semtlerinden birinde çalışıyoruz, yemek yiyebileceğimiz mekanlar bizim kontrolümüzde değil, 3 sene önceki fiyatlar üzerinden kıvranıyoruz, yemek ücretine zam istiyoruz.." Patron hemen ağlama turlarına başlıyor.. Yok şirket karlı değil, yok para kazanınca arttırırız, ıvır zıvır.. Bir ara "hak ve ayrıcalığı birbirine karıştırmayın" diyecek oluyor ki, bu sefer ben HR olarak araya girip "yemek çalışanların en temel hakkıdır" diye susturuyorum. Derken bir çalışan "her gün fast food yemekten içim kurudu, bu paraya adam gibi yemek yiyemiyoruz!" deyince patrondan yılın gafı geliyor: "Yemek yiyemiyorsanız salata yiyin!!" Değil mi ya!! Biz bunu nasıl düşünemedik? Hem yaz da geldi, fast food yiye yiye bel çevremizde oluşan simitleri de eritiriz belki böylece. Düşünsenize, bir taşla iki kuş! Spor salonuna gitmeden, kilo vermemize yardımcı oluyor adam! İşte hep bu çalışanların fesatlığı, ben bilmiyor muyum sevgili patronumun ne kadar yürekten sevdiğini(!) bizi? Şimdi Fransız kökeninden gelmediğimiz için kendisine kralım diye hitap edemeyeceğim, ama affedin hünkarım diyorum, özürümü bağışlayın. Olmadı, tiz vurun kellemizi! Nöbetçiler!?!

20 Mayıs 2011 Cuma

sosyal medya canavari

Abicim uzun bi sessizlikten sonra enerji patlamasi yasiyorum. Isimden o kadar nefret etmisim ki, ve dun izledigim (finally) lés misérables'da gecen bi konu olan 'hayati kabullenme' olayinin icine o kadar fena dalmistim ki, ne kadar derin bir komanin icine battigimin ben bile farkinda degildim.

Genelde bu gibi durumlarda insanlar kendi baslarina fark edemezler bu koma halini. Bana da oyle oldu. Yakin arkadaslarimdan biri artik 'titre ve kendine gel, kendine bunu yapamazsin, sen cok daha iyi seyler hak ediyorsun' pep talk'i yapti bana.. Uzerine de sevgili patronum her zamanki psikolojik baski dozunu bir nebze daha yukseltince, ben de "eeehhh.. ehtere beaa" kivaminda is aramaya basladim. Is arama surecimin 3. haftasinda mutlulukla belirtmek isterim ki, istedigim gibi, pamuk $eker kivaminda bir is bulmus bulunmaktayim. Insallah buradaki islerimi bitirir bitirmez basliyorum.. Ve simdi geriye bakip dusununce, bunu beni uyandiran arkadaslarim olmasaydi asla yapamazdim..

Tabi bunye bir uyandi pir uyandi.. Sokak cocugu kivaminda her aksam baska arkadaslarimla programlardayim, nerede event nerede aktivite en birinc katilimci mode on. 15 Mayis'ta tabi ki her akli basinda Turk genci gibi ben de İstiklal Caddesi'ndeydim.. Inanilmaz bir enerjiydi! Gencligin kesinlikle buna ihtiyaci vardi bunu gordum. (bir de domates gibi yandim gunesten eheh) Yetmedi sosyal mecralarda eksik oldugumuz taraflari gelistirdik.. Linkedin caktik hemen (yeni is, daha profesyonel profil ohomm) Bir twitter eksikti o da tamamlandi.. https://twitter.com/#!/aslify Uzerine bir de actiktan sonra hic sallamadigim foursquare account'umu canlandirirsam, bildigin sosyal medya canavari olmam kacinilmaz olacak.. nihohaa!

Walla o kadar uzun suredir negatif yuklendim ki, ne kadar $imarsam da kiyamiyorum kendime desem, inanir misiniz?

25 Mart 2011 Cuma

Say 'No' to Smoking!!


Dusuncesiz insanlarin firsat bulabildikleri her an baca gibi sigara tutturmelerine gicik oluyorum! Etraflarindaki insanlara saygisizliklari diz boyu, yarattiklari rahatsizliktan bihaber ya da daha beteri bu durumu umursamaz bicimde en abuk zamanlarda etrafi o igrenc dumanla doldurmalari cidden berbat!

Metrodan cikip metrobuse kadar yurume vaktin topu topu bir bucuk dakika be adam, o arada bile sigara yakmaya calismak nedir? Nasil rezil bir bagimliliktir bu?

Cok net olarak soyleyebilirim ki, dunyada sigara icenlerle icmeyenler arasi bir savas ciksa, gozumu kirpmadan babami bile oldurebilirim. Nefretim o derece.

25 Şubat 2011 Cuma

I think I'm dumb or maybe just happy

Bugün Nirvana'nın "Unplugged in New York" albümüne boğdum kendimi, ve üst üste de Dumb'ı dinliyorum. Neden derseniz, olay şöyle..

Şimdi bi kere o gün doğumgünü olan birinin siz daha kutlamadan karşınıza geçip " totocan bugün benim doğumgünüm ve sen hala kutlamadıaann" diye çemkirmesi hayatta başıma gelmesinden en nefret ettiğim olaylarda ilk 10'a girer. (hadi 50 olsun.) Süper Şukela bir İnsan Kaynakları Müdürü olarak şirketin Direktör'ünün doğumgünü olduğunu unutup, 50 küsür yaşındaki adamın duygusala bağlayıp ağzını böyle cemcük yaparak "Turkcell bile hatırladı İnsan Kaynakları hatırlamadı doğumgünümü" diye bebek sesiyle konuşmasına mı yanayım, yoksa tamamen dalgınlık sebebi eski kutlama maillerinden devşirdiğim doğumgünü mailini yollarken başlığı değiştirmeyi unutup başka bir elemanın ismiyle Direktör'e kutlama maili yolladığıma mı bilemiyorum.

Ki Kurt Cobain abimizin de dediği gibi ben aslında aptal değilim be Atam.. Mutluyum sadece sanırım. Sabah sabah beni Natalie Portman'a tercih edeceğini bas bas iddia eden (yalanını yesinler) biriyle çok sert (ahah, daha çok ego şişirici) bir tartışmaya girdim. Bütün bir yıl yetecek ego şişirme kotamı toplam bir sabahta doldurunca da bünyede mala bağlama etkisi yarattı sanırım. Hayır bütün şirkete rezil olmamın kıçımda bile olmamasının tek bir sebebi var sanırım, o da mutluyum. Dağılın şimdi, alayınızın doğumgünü kutlu olsun!

26 Ocak 2011 Çarşamba

If you truly know what you want to become, everything else is secondary

Der sevgili Steve Jobs. Klasik bir MBA freak gibi sürekli Steve Jobs'dan, Bill Gates'ten alıntı yapmayacağım, ancak bir kaç gündür farklı farklı en az 10 kişiyle yaptığım her konuşmanın sonunda geldiğimiz "Hayatta yapmayı en çok sevdiğin şeyi bul ve onu işin haline getir" teması üzerine, tutku ve başarı üzerine süper bir konuşma yapmış kendisi Stanford Universitesi'nde 2005 yılında. Hala izlemediyseniz buyurun buradan izleyin.

Asıl sorun şu ki ben hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeyi hala bulabilmiş değilim, ve hayatta ne yapmak istediğini 15 yaşında bulan tiplere gıcık oluyorum. Genel yetenek düzeyi yüksek olan kişilerde bence böyle bir maymun iştahlılık var, yapabildiğiniz şeyler geniş bir alana yayılınca gerçekten yapmaktan zevk aldığınız şeyi bulmakta zorlanıyorsunuz. Kendi alanım dahilinde yaptığımda mutlu olacağımı düşündüğüm şeyler var, ancak denemeden bilmek imkansız. Bir de şu anda yaptığım şeylerden tamamen bağımsız ama yapmaktan hoşlanacağımı düşündüğüm şeyler var.. Belki yakında vahiy falan gelir bir anda karar veririm ne yapacağıma, kısmet. (ahahaha Steve Jobs'la başlanan postu 'kısmet' kelimesiyle bitirmek:P)

Bir Türk kaç Hintliye bedel?


"İnsanların gorüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı'nın ülkesinin cok geniş olduğunu söyle; O'nun elleri cok geniştir, O'nun yüreği de cok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama." (Afrikalı Leo, Amin Maalouf)

İnsanların kendi kendilerini nasıl limitlediklerini, birbirlerini önyargılarıyla nasıl törpülediklerini gördükçe içim şişiyor. Ve bunu nedense biz Türkiye'de sıklıkla yapıyoruz. Yetiştirilme şartları, toplumsal koşullar vs. gibi bahaneleri kesinlikle kabul etmiyorum! Belki bir Amerikalı gibi "the world is my oyster" kıvamında laflar edecek durumda değiliz çoğumuz, - hadi çoğumuzu geçtim ben kendimi bile anormal derecede hayalperest ve cesur buluyorum - benim kadar bile maceracı olmalarını beklemiyorum insanların, ama bu kendi kendini sınırlama - aşağılama/kısıtlama - durumu nedir yahu? "Sen onu yapamazsın, okulunu okumadın ki", "Tecrüben yok", "Analitik kafa lazım onun için", "Yetenek olmadan olmaz", "Bu yaştan sonra bu işe kalkışılmaz", "Yaşım bunlar için çok erken, başaramam!" vs. vs. vs. Bahaneden çok şeyimiz yok!

Neden kendimizi bu kadar baskılamaya koşullanmış bir milletiz? Neden fanuslarımıza kapanıp mutlu hayatlar sürüyoruz oralarda? Elin Hintlisi mesela, dünyanın her yerine dağılmış durumda - ve kastettiğim zeki ötesi IT dehası Hintliler değil, bildiğin sümsük Hintli, hani dahiler dışında kalan nüfuslarının yüzde 98'inden bahsediyorum - Singapur, Malezya, Japonya, Çin, Avustralya, kısaca bütün Asya'ya yayılmakla kalmayıp Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa'yı domine ediyorlar. Yemin ederim biz Türkler olarak adamlara zekada, pratiklikte, hizmet kalitesinde beş basarız ama bu bahsettiğim yerlerde esamemiz okunmuyor.

"Turkey?? like somewhere around Greece?"

Adamların bizi duyduklarında verdikleri tepki bu. Tabi ki ülkeden ülkeye değişiyor - mesela Malezyalı bir taksici Tansu Çiller'i sormuştu ne yapıyor şimdi diye, Güney Kore kardeş ülkemiz sayılır, Almanya falan fecaat zaten, Türk'sen direk İstanbul'dan olduğun ayırımını yapman lazım, yoksa direk kıro köylü muamelesi görüyorsun ve ne yazık ki bu onların suçu değil, oraya önceden yerleşen vatandaşlarımızın yarattığı Türk imajı bu - ama genelde Türkiye'den bihaber insanlar. Hani burada biz günde 110 adet komplo teorisi üretme kapasitesindeyiz ya ülkemizin üzerinde oynanan oyunlarla ilgili, bi mikinde değiliz kısaca dışarıdaki abilerin ablaların. Beni delirten husus da burada yaşayanların farkında olmadığı şey, bütün köşelerin Hintliler tarafından kapılmış olması. En basitinden Dubai'de mesela ucuz iş gücü olarak Hintliler kullanılıyor değil mi? İngilizce falan da konuşabiliyorlar, anlayabilirsen tabi o ayrı. Adamlarda hizmet kalitesi diye bir şey yok! Koskoca Dubai len! Heriflerin petrol geliri yüzde 3 mü ne, ülkenin bütün geliri turizmden geliyor neredeyse, ve "hospitality" kavramı sıçmış durumda.. "Evet efendim, sepet efendim"den öteye gitmeyen bir hizmet anlayışı. Probleminiz var mesela, "Evet efendim, biz sizi 5 dk. sonra arayalım", adamlardan 1 saat boyunca ses yok. Geri arayıp çemkirince de "Neden sinirleniyorsunuz?". Tabi bundan Arap mantalitesinin de payı büyük ama insan içten içe delirmiyor değil, yurdumun zehir gençleri mesela şuralarda çalışıyor olsaydı hem ihya olurlardı hem de millet servis kalitesi görürdü. Multitasking'de dünyada ilk 5'e girebilecek kapasitedeyiz bence. Ama işte yine en sonunda aynı meseleye geliyoruz, herkesin hem kendini, hem etrafındakileri ketleme, kısıtlama, "yapamazsın, edemezsin, ne haddimize" kafasına.. Şundan kurtulmayı bir başarabilsek be Atam!

19 Ocak 2011 Çarşamba

'Masaj Etmek'

Minicik yaşlarında Amerika'ya gidip orada bir ömür geçirdikten sonra yurdumda şirket kuran, ve Türkçe'yi fena halde katlederek, yarı ingilizce - yarı türkçe kıvamda kullanıp, şirkette Turklish diye bir dil oluşturup kullanmamıza sebep olan canımın içi patronum, bizimle yaptığı toplantılarda 'masaj etmek' diye bir terim kullanıyor.

Haydi cümle içinde kullanalım, ne demek istediğini daha iyi anlayalım:

"Sen maili yaz, bana yolla, ben onu 'masaj ederim'. "

Kastettiği ben onu 'editlerim' ancak Asım Can Gündüz'le aynı kapasitede bir Türkçe konuştuğu için (minus the charm), kendince 'edit etmek', 'editlemek' vs. istediği halde ısrarla olmayan bir terim yaratıp 'masaj etmek'ten bahsediyor. Bütün ciddiyetiyle o iç boğucu toplantılarda kendisi 'masaj'dan bahsedince, benim aklıma da işte en basiti şu yukarıdaki resim gibi imgeler geliyor.

18 Ocak 2011 Salı

Finally some good news..

After a horrible horrible day.. Tezim kabul edilmiş yau :) Şimdi savunması için Alman memleketlere gitsem mi, buradan mı halletsem sorusu kalıyor..

Bununla beraber tek olayım kaldı, defense'ten de geçtim mi bi bar dolusu insana içki ısmarlamayan top olsun! (evet devlet büyüklerime içiyorum!!)

14 Ocak 2011 Cuma

Blah


Geçen sabah işyerinde beni o kadar delirttiler ki sabah kahvaltısında sushi yemek istedim. (Delirme & sushi aşermem arasındaki korelasyonu bilemiyorum.)

Bence Samsun o kadar anlamsız bir şehir ki ismi ancak Samsung olarak değişince bir anlam kazanıyor. (Evet Samsun'lular ve Samsun severler, toplanıp işyerimin önüne gelip beni boykot etmenizi bekliyorum.)

Hali hazırda kız arkadaşı olan birine karşı bir şeyler hissetmek dünyanın en boktan hisleri sıralamasında ilk 10'a girer bence.

İşimden değil ama patronumdan nefret ediyorum. 2 dakikada anlatabileceği bir meseleyi 40 dakikada ve karşısındaki öküzmüşçesine bağırarak anlatmaktan zevk alan bi kişilik, ki bunu tolere edebiliyordum. Ta ki dün itibariyle vergi kaçırmak için süper şukela yarattığı ilüzyon dünyası için bir sistem oturtmamı, ve bütün çalışma arkadaşlarımın haklarının yenmesine seyirci kalmamı isteyene kadar.

Life sucks be Atam!

8 Ocak 2011 Cumartesi

Yıllar içinde Dorian Gray'den Basil Hallward'a dönüşmek


"Every portrait that is painted with feeling is a portrait of the artist, not of the sitter. The sitter is merely the accident, the occasion. It is not he who is revealed by the painter; it is rather the painter who, on the coloured canvas, reveals himself." - Basil Hallward, The Picture of Dorian Gray, Oscar Wilde.

Bu sanırım kitaptaki en vurucu quote. İlk okuduğumda 12 yaşındaydım, ki o zaman aşık olmuştum bu kitaba, hala kitaptan aklımda kalan en önemli kısım budur. Dorian Gray'i oturup anlatmayacağım kimseye, ilgilenen buyurup okur, ancak bu aralar kafamda dönüp duran bir konsepti süper anlatması açısından misafir oldu kendisi buraya.

Sanırım en derin zekaların bile yüzeysel bir zaafı var, güzellik. Güzel insan nereye kadar tolere edilebilir mesela? Ben tipik bir terazi burcu olarak güzelliğe tapıyorum, o ayrı, ama bazen çok abes durumlar olabiliyor, hiç konuşmasın, sadece dursun orada istiyorsunuz. Öyle saçma bir soru sorabiliyor mesela, ya da salakça bir davranış.. Oturup olayı anlaması için harcayacağınız zamana yanıp, salıveriyorsunuz kendinizi. Sonra da sorguluyorsunuz, "yau insanları bu kadar ıncık cıncık yargılarsan, salak malak ama onlar bir arada mutlu takılırken sen kendi kendine homurdanacaksın sonunda. tolere et işte edebildiğin kadar, hem bu kadar aşağılama ancak kibir/küstahlık sonucu olabilir, kendine gel". Ama olmuyor işte. Mesela karşındaki durup dururken "yaa Avustralya ülke miydi?" falan gibi şeyler söyleyebiliyor. O an dilsiz olsun yaaa! Bana böyle gerzek şeyler söylemesin, sadece göz zevkime hitap etsin istiyorsunuz. Sonra üzülüp 10 dakikada coğrafya öğretmeye falan kalkıyorsunuz, e o da haliyle küpünün dolduğu kadar oluyor. Yine el elde baş başta, ikinci gafına kadar idare etme durumları. Ama ne olursa olsun tolere etmenin de sonu var sanırım. Bir nokta gelecek, ve o güzellik mallık karşısında silinecek. Alışılan bir şey sonuçta güzellik değil mi? Bir noktada iritasyon zevkin önünü kapatıyor. Bunları düşünürken işte geldi aklıma Dorian ve Basil. İlk okuduğum zamanlar, Dorian'la özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum kendimi, Basil'e üzüldüğümü falan.. Acıdığımı. Aradan 15 yıl geçti. Şu anda, acınası olanın Dorian olduğunu yeni yeni anlıyorum.

Bu konseptle ilgili bir de film karesi var aklımda. "Bir kırık bebek" diye bir filmi var Hülya Avşar'ın. Belki de adam akıllı tek filmi. Senaryo Ayşe Kulin'in zaten. Orada kızımız yeni yeni ünlü olmuş, aristokrat çevrenin içine ufak ufak alınmakta. Amcalardan biri - ki kendisi rönesans şovalyesi kıvamında biri - en nazik haliyle " size henüz mehtabın deniz üzerindeki altın tozlarını göstermedim" diyerek Hülya Avşar'ın oynadığı karakteri sahilde bir gezintiye davet ediyor, bizimki de "Aman, kuytulara gitmeyelim, hakkımızda ne düşünürler sonra?" gibi mal bir cevap verince, adam utancından ve hayal kırıklığından morarıyor "Benim teklifimden bunu mu anladınız?" diye. Pür-i pak güzellik bi mikime yaramıyor anlayacağınız. Üzerine az biraz beyin tozu gerekiyor. Parçacık da olsa olur, yoksa mallıklarıyla uğraşacağıma, takarım koluma süper şahane olmasa da eli yüzü düzgün birini, bakarım hayatıma kafasına giriyorsunuz.

7 Ocak 2011 Cuma

15 Step

Radiohead'in bu şarkısına hastayım. Daimi mutluluk. Yeni yıl iyi başladı yau.. Ne garip.
2010'dan böyle alışmamıştık. Cidden her şey iyiye gidiyor olabilir mi?