"Every portrait that is painted with feeling is a portrait of the artist, not of the sitter. The sitter is merely the accident, the occasion. It is not he who is revealed by the painter; it is rather the painter who, on the coloured canvas, reveals himself." - Basil Hallward, The Picture of Dorian Gray, Oscar Wilde.
Bu sanırım kitaptaki en vurucu quote. İlk okuduğumda 12 yaşındaydım, ki o zaman aşık olmuştum bu kitaba, hala kitaptan aklımda kalan en önemli kısım budur. Dorian Gray'i oturup anlatmayacağım kimseye, ilgilenen buyurup okur, ancak bu aralar kafamda dönüp duran bir konsepti süper anlatması açısından misafir oldu kendisi buraya.
Sanırım en derin zekaların bile yüzeysel bir zaafı var, güzellik. Güzel insan nereye kadar tolere edilebilir mesela? Ben tipik bir terazi burcu olarak güzelliğe tapıyorum, o ayrı, ama bazen çok abes durumlar olabiliyor, hiç konuşmasın, sadece dursun orada istiyorsunuz. Öyle saçma bir soru sorabiliyor mesela, ya da salakça bir davranış.. Oturup olayı anlaması için harcayacağınız zamana yanıp, salıveriyorsunuz kendinizi. Sonra da sorguluyorsunuz, "yau insanları bu kadar ıncık cıncık yargılarsan, salak malak ama onlar bir arada mutlu takılırken sen kendi kendine homurdanacaksın sonunda. tolere et işte edebildiğin kadar, hem bu kadar aşağılama ancak kibir/küstahlık sonucu olabilir, kendine gel". Ama olmuyor işte. Mesela karşındaki durup dururken "yaa Avustralya ülke miydi?" falan gibi şeyler söyleyebiliyor. O an dilsiz olsun yaaa! Bana böyle gerzek şeyler söylemesin, sadece göz zevkime hitap etsin istiyorsunuz. Sonra üzülüp 10 dakikada coğrafya öğretmeye falan kalkıyorsunuz, e o da haliyle küpünün dolduğu kadar oluyor. Yine el elde baş başta, ikinci gafına kadar idare etme durumları. Ama ne olursa olsun tolere etmenin de sonu var sanırım. Bir nokta gelecek, ve o güzellik mallık karşısında silinecek. Alışılan bir şey sonuçta güzellik değil mi? Bir noktada iritasyon zevkin önünü kapatıyor. Bunları düşünürken işte geldi aklıma Dorian ve Basil. İlk okuduğum zamanlar, Dorian'la özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum kendimi, Basil'e üzüldüğümü falan.. Acıdığımı. Aradan 15 yıl geçti. Şu anda, acınası olanın Dorian olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Bu konseptle ilgili bir de film karesi var aklımda. "Bir kırık bebek" diye bir filmi var Hülya Avşar'ın. Belki de adam akıllı tek filmi. Senaryo Ayşe Kulin'in zaten. Orada kızımız yeni yeni ünlü olmuş, aristokrat çevrenin içine ufak ufak alınmakta. Amcalardan biri - ki kendisi rönesans şovalyesi kıvamında biri - en nazik haliyle " size henüz mehtabın deniz üzerindeki altın tozlarını göstermedim" diyerek Hülya Avşar'ın oynadığı karakteri sahilde bir gezintiye davet ediyor, bizimki de "Aman, kuytulara gitmeyelim, hakkımızda ne düşünürler sonra?" gibi mal bir cevap verince, adam utancından ve hayal kırıklığından morarıyor "Benim teklifimden bunu mu anladınız?" diye. Pür-i pak güzellik bi mikime yaramıyor anlayacağınız. Üzerine az biraz beyin tozu gerekiyor. Parçacık da olsa olur, yoksa mallıklarıyla uğraşacağıma, takarım koluma süper şahane olmasa da eli yüzü düzgün birini, bakarım hayatıma kafasına giriyorsunuz.
2 yorum:
tolere edemiyorum ben, sabredemiyorum. hem zaten tüm güzellik o anda siliniyor gözümden. dışkılanan yerde büyüyen çiçekler gibi hilkat garibesi bir durum var ortada. gübreden sinek çıkar, kurt çıkar, börtü böcek çıkar. çiçek çıkar mı, çıkmış işte ama kokuyor neticede. kaçmak istiyorum o an. yani evet, oscar wilde'ın kahredici ironisiyle sunduğu hikayede acınası olan dorian'dır aslında.
süper açıkladın durumu :)
Yorum Gönder